Getting Social in Australia
Saturday, March 29, 2025 | By: Do Ebru Marbling
26 Temmuz 2013
Küçükken büyüklerin çaya olan bu düşkünlüğünü bir türlü anlayamamıştım. Çay içilmeyen gün günden sayılmaz, insanların baş ağrısı çay içmedikçe geçmezdi. Aslını söylemek gerekirse bu mucizevi içeceğin önemini kavradığım an 10 dakika öncesi, Defne'yi yatağına koyduğum andır. Bir bardak çayın arkasındaki esrar aslında işi gücü askıya almak, kafadaki gereksiz düşünceleri def etmek, yaşamın yükünü omuzlarınızdan atıp keyif alemine süzülmekten ibarettir. Defne'ye "Hadi kızım çabuk yat bak çayımı içecem!" dediğimde bir an kendimi Defne'nin yerine koydum, sanırım o da şu anda bu acı kahverengi suyun neden bu kadar vazgeçilmez olduğunu anlamamıştır. Bir gün o da büyür, sağlık ve mutlulukla ince belli bardakta çayını yudumlarken ne hissettiğimi anlar inşallah.
Çayımı içecem ve blogumu yazacam. İşte günlerdir beklediğim an geldi. Araya koca bir Türkiye tatili girdi ve arkasından yine ekranım, klavyem, çayım ve ben buluştuk.
Türkiye'ye gitmek benim için çok önemli, bir yıl boyunca hasretle beklediğim bir dönüm noktasıydı. Miladım olmuş gibi her şeyi ondan önce yapmalıyım veya gidip gelelim sonra yaparız şeklinde planlamıştım. Hal böyle olunca da o kadar önem verdiğim tatil bitince kös kös kalakaldım. Şu anda çok iyiyim ama dönünce ilk 3 gün burnumdan soluyordum.
Amin Maalouf zamanın iki boyutu vardır diyor bir kitabında: uzunluğunu güneşin seyri belirliyor; kalınlığını ise tutkular. Bu yüzdendir ki bazen yıllar göz açıp kapayıncaya kadar geçip gitmiş olur bazense yaşadığımız iki gün sanki haftalar yaşıyormuşuz hissini verir. Özellikle değişik bir yere gittiğimizde, ilk bir kaç günde özellikle ne kadar dolu, ne kadar yoğun yaşamışız diye durup durup düşünürüz. Oysa zaman hep aynıdır, gün hep 24 saattir, ömür ise ortalama 70-80 yıl. Bu düşüncenin ışığında günlerimi tutkulu, dolu dolu, keyifli yaşama kararını (bir kez daha) aldım ve sevdiklerimi arkada bırakmanın verdiği sıkıntıdan 3 gün içinde sıyrıldım. İnsanoğlu her şeye alışıyor, no matter what!Bu yüzden duygularımın değil, mantığımın sesini dinledim. Türkiye'de laylaylom geçen günler çok keyifli idi ama orada yaşıyor olmak başka bir şey. Geç saatlere kadar süren sohbetler, gece yarısı bile olsa açık restoran bulabilmek, kaliteli ve zevkli deri, tekstil mağazaları, hep yaşayan, kalbi pıt pıt atan sokaklar... Güzel ülkem, güzel memleketim için kalbimden, en iyisini diliyorum. Orada yaşayan herkese bu güzelliklerin farkına varıp tadını çıkarmalarını tavsiye ediyorum. Ancak bu blogu Avustralya'ya gelme niyetiyle okuyan takipçilerimi de unutmuyor ve başliyorum anlatmaya.
Vallahi arkadaşım, ne yalan söyleyeyim? Ne iyi yapmışım da gelmişim ohhh:)))) Başta iki gün üzüldüm, sonra hiç tınmadım. Öyle uzak mesafede olunca saçma bir şekilde insanların daha hızlı yaşlanacağını zannediyorsun, bir gittim, millet turp gibi, Urfa'da bıraktığım yerde oturuyorlar, herkes sağlıklı, herkes iyi, Allah daha iyi etsin, geçinip gidiyorlar. Öyle olağanüstü bir hasret, gözyaşı durumu da olmadı, öptük, sarıldık, hasret giderdik, hoop atladık uçağımıza geldik evimize. Sonuçta Perth- İstanbul 15 saatlik mesafe, aktarmalarda geçen bir iki saati saymıyorum çünkü Dubai ve ÖZELLİKLE Singapur havaalanları inanılmaz, devasa, harika, sırf havaalanında zaman geçirmek için bile bundan sonra maksimum aktarmalı uçuşları tercih edeceğim. Uçaklar son sistem uçuş eğlence sistemi ile donatılmış, bir sürü vizyon filmi izleyebiliyorsun, yemekler lüks restoranları aratmıyor ve servis de çok kaliteli. Özellikle Singapur Airlines'tan çok çok memnun kaldık, Emirates'ten de daha iyiydi, herkese tavsiye ederim. Uçağın ayağı yere değdi, Perth atmosferi kendini belli etti. İnsanlar birbirlerine gözlerinde gülücükle bakıyorlar, yol veriyor, yardım ediyor, şakalaşıyorlar. Vardığımızdan kaynaklanan otomatik refleksten çok daha öte bir şey bu, şehrin ve ülkenin her yerinde hissediyorsunuz. Polisi, işçisi, memuru herkes yaptığı işi seviyor, tüm iyi niyetiyle size yardımcı olmaya çalışıyor. Trafik yok, park yeri sorunu yok, pislik, kirlilik, yokluk yok. Biz gelmeden önce havalar epey soğukmuş, şu sıralar düzeldi. Bugünlerde gece 10 gündüz 18-20 derece arası değişiyor sıcaklık. Yeşil atık toplama günü yaklaşıyor mahallemizde, herkes ağaçlarını budamış özellikle portakal-mandalina ağaçları meyveleri ile kesilmiş yol kenarında duruyor, isteyen gidip topluyor. İnanmayacaksınız ama buranın parası çok bereketli arkadaşlar, çalışmadığımız zamanlar her şey çok pahalı geliyordu ama bir kere işe girince, öyle çok kazanmasan bile istediğini alıyorsun, gözünde hiç bir şey kalmıyor, gayet rahat ediyorsun. İstanbul'da parası olmayan kişiler ne acı ki güzel ve kaliteli bir hayat yaşamaktan uzak kalıyorlar. Burada mutlu olmak için gerekli her şey her insana standart olarak sunulmuş. Bahçeli geniş evler, çiçekler içinde, bakımlı, son derece güzel bir manzara ve doğa eşliğinde yürüyüş, bisiklet, yemek, piknik imkanı. Sağlık hizmetleri (pek işim düşmemiş olsa da gordugum kadarıyla) gayet kolay erişilebiliyor, ucuz hatta bazen ücretsiz. (İlaçlarda 30 dolara kadar hep sen ödüyorsun, 30 dolar üstünü devlet ödüyor) Kaliteli ücretsiz eğitim, son derece kaliteli, güncel kitaplarla dolu kütüphane, yüzme ve spor merkezleri, cüzzi miktar ödeyerek kurslar alabileceğin sanat merkezleri. Seni her fırsatta destekleyen devlet. (Şimdi mali yıl sonu oldu ve devlet yıllık 18.000 doların altında kazananlardan hiç vergi almıyor, kesilen vergiler vatandaşlara toplu olarak geri ödeniyor. Ayrıca devletin emekliliğe yaptığı katkı payı yıllık 30.000 altında kazananar için %15 artırıldı). Buralı insanlar bu fırsatların içine doğdukları için hiç bir şeyin bizim kadar farkında değiller, sanırım o yüzden kendini içkiye, kumara veya uyuşturucuya veren birkaç kişi çıkıyor. Öyle rahatlık ki biraz sefil olup arabesk yaşayarak hayatlarına anlam mı katmak istiyorlar nedir anlamadım ben vallahi.
Gelelim iş durumlarına. Buraya geldik, İlk 4 ay , Mandurah'ta yaşadığımızdan mıdır nedir, bir türlü iş bulamadık. Baykuş gibi kum kum evde oturduk, bu ne biçim memleket iş yok diye sitem ettik, red mektuplarından koleksiyon yaptık ama yine de oraya buraya saldırmaya devam ettik. Aradan bir süre geçti, Perth'e geldik, iş aramayı bıraktık, şimdi iş bizim yakamızı bırakmıyor. Türk Avustralya Kültür Evi'nde Türkçe kursuma gelen çok şeker bir bayan vardı. Kendisi araba kiralayıp 1 ay boyunca Türkiyeyi karış karış gezdi, çok memnun kalmış. Meğer bu hanım belgeselciymiş ve şimdi Gelibolu ile ilgili 4 bölümlük bir belgesel çekmek istiyorlarmış. Türkiye'den bazı yapımcılar ve arşivcilerle onlar adına iletişim kurmam için bana ufak bir iş teklif etti. Sevinerek kabul ettim. Gerektikçe ofislerine gideceğim ve telefon ile Türkiye'deki film şirketlerini arayıp bazı filmlerin bazı bölümlerinin telif hakkını satın almaya çalışacağım. Çalışacağım dedim çünkü bunların istediği bir film şirketi ile görüştüm, adam telefonda beni resmen azarladı. Sizi Avustralya'dan arıyorum, X filminin bazı bölümlerinin yayın hakkını satın almak istiyoruz filan dedim. Bana bir numara verdi, o numarayı defalarca, saatlerce aradım. Kimse çıkmadı. Tekrar önceki numarayı aradım, "Ben az önce görüştüm!!" diye fırça çekti bana telefondaki adam. Her şeye rağmen pazartesi günü bir kez daha gidip şansımı deneyeceğim. Benden 6 hafta önce yapım şirketine mail de atmışlar ama ona da cevap yok. Avustralyalıların filmin saniyesine teklif ettikleri rakam, bize "vay be" dedirtiyor ama maalesef Türkiye'de muhatap alacak kimseyi bulamıyoruz. Bakalım ne olacak. Ondan başka www.jobs.wa.gov.au sitesinden antrenman olsun diye iş başvuruları (Ed Asst.) yapıyordum. Perth'ün ortalaması en yüksek, en başarılı okulu "application pool successful" diye mesaj attı. Görüşme diye okula gittim, meğer bana işe alınma belgeleri imzalatacaklarmış. İşe alınma dediysem full-time değil, (hamdolsun şimdiki işimden çok çok memnumum, hem öğretmen hem de müdürümüz çok iyi insanlar) birisi hasta olup gelmezse yedek öğretmen gibi beni arayacaklar ve ben gideceğim. Neyse imzaladım belgeleri, ilk defa mülakatsız bir işim oldu. Bu iş benim için çok önemli çünkü bu işle bir "E" (education department) numaram oldu. Yani devlette (milli eğitimde) işe girmiş gibi oldum. İmzamı atarken memur açıkladı: Ben şimdi civardaki hangi okula gitsem, "E" numaram var, kayıtlıyım desem beni relief list'e alıyorlar ve ne zaman ihtiyaçları olsa direk beni çağırıyorlar. (Bu arada duyduğum kadarıyla yedek öğretmenlerin bir günlük kazancı 240 dolar.) Her neyse o numaramı da aldığım iyi oldu, devletten emekli olurum işte haha:)
Son olarak ise dün İpek'in okul müdürü beni aradı. ESL posizyonu için öğretmen arıyorlardı ve randevu alıp expression of interest yapmıştım. Pazartesi Cuma günlerine öğretmen olarak işe başlar mısın dedi? Cuma çalışıyorum, Perşembe olmaz mı? dedim. Olmaz ama Pazartesi Perşembe Ed Asst. olarak gel o zaman dedi. Ben de bu dönem bazı commitmentlarım var, önümüzdeki yıl (Şubatta) başlarım dedim. "Fair enough" dedi. Normalde olsa bir heyecanlanırım, elim ayağım birbirine dolanır ama bu defa sakin sakin kankammış gibi konuştum adamla. Ertesi gün de nazar boncuğu ve Türk lokumu gönderdim Mr. Campbell'e. Sakinliğimi çok düşündüm, ölçtüm biçtim. Eğer bu işe muhtaç olsaydım, tek seçeneğim veya benim için çok önemli bir fırsat olsaydı çok heyecanlanırdım ama ben de biraz Ozi olmuşum; başarının çok para kazanmak olmadığını ama sevdiğin, keyif aldığın bir işi yapmak olduğunu sanırım yavaş yavaş özümsüyorum. Bir şeyi ispatlamak zorunda değilim, mutluyum, rahatım, bana yeten miktarı kazanıyorum; haftanın her günü çalışmanın anlamı yoktu. Ayrıca Kemal bana çok sitem etmişti: her işe atlıyorsun, kendini çok zorluyorsun, yetiştiremeyince stres oluyorsun falan filan. Bu nedenle bu dönem TACH'taki Türkçe kursunu bıraktım, özel Türkçe derslerimi bıraktım, özel Ebru atölyelerimi ve kurslarımı bıraktım. Sadece Salı, Çarşamba, Cuma 8-4 arası anaokuluna gidiyor, öğretmene yardım ediyorum. Allah bozmasın, çok mutluyum. Akşam eve gelince çocuklar ile kitap okuyorum, İpek'in ödevini yaptırıyorum, keyifle yemeğimizi yiyor,filmimizi (Bazen Cem Yılmaz Show) izliyor, çayımızı içiyoruz. Eskiden olsa kurslara hazırlanmak için koşturmak zorunda kalırdım. Bu arada nazar etme ne olur, çalış(ma) senin de olur, Allah herkesin gönlüdekini versin inşallah:)
Bakın bugün ne oldu: geçtiğimiz ay tanıştığım bir kadın beni B.A.D. WOMEN toplantısına çağırmıştı. Geçen gün de mesaj atmış, yeni dönem toplantıları başlıyor, gelir misin diye soruyor. Bad Women adı biraz garip ama durun hemen öyle kötü kadın demeyin, B.A.D. açılımı = Being Active Daily. Kadınların her gün yeni bir şeyler öğrenmesini teşvik eden grup 18 yıl önce kurulmuş. Önceleri devletten destek alıyorlarmış ama 5 yıl önce bu destek kesilmiş. Her perşembe saat 9:30- 11:30 arası toplanıyorlar. Her hafta farklı bir aktivite yapıyorlar, takı tasarım, yoga, çikolata yapım teknikleri, bowling, botanik parkı gezisi, resim, netball, kumaş boyama vs. Her aktivite için çok cüzi bir miktar para alınıyor, çocuklar için de kreş var. Anneler eğleniyor, çocuklar kreşte. Bugün gittim bu grubun ilk toplantısına katıldım. Yaklaşık 20 kadın vardı, genç olan 3-5 kişi; diğerleri hep olduğu gibi 50 yaş üzeri. Arkadaşım ile orada görüştük. O da 3 erkek çocuk annesi ve zavallı, kafayı yemek üzere. Bugün "Tombala" oynadık. Çok komikti yaaa!! Bir ara etrafıma baktım: koca bir salon, ak saçlı teyzeler, önümde tombala kartları, "clickety click, don't miss a trick","number 8 garden's gate", "3, climb the tree" filan kafiyeli kafiyeli sayıları okuyan bir teyze... Ben burda ne yapıyorum ayol? dedim. O kadar işin gücün arasında tombala oynayacak zaman mı? Hem kadınların konuşmaları bana çok uzak, sohbetleri yapay geliyor, ayrı bir dünyada gibiler. Bir ara, sihirli bir şey olsa da bizimkiler bu odayı, o anları gözümden izleyebilseler, diye düşündüm kendi kendime. Her fırsatta olduğu gibi yine Türk insanı ile yabancıları karşılaştırdım. Biz selamlaşınca öperiz, sarılırız, aramıza yeni biri girse merak ederiz. Ne iş yapıyor mutlaka öğreniriz. Konuşturur, notunu veririz. Kendimizi göstermek, havamızı atmak isteriz. O gider gitmez arkasından üç beş laf ederiz. Bunlar "Hi Vicki!" dediler, başka bir şey demediler. Üstleri başları, kıyafetleri son derece sıradan, rastgele seçilmiş... Herkesin kimseyi takmayan bir hali var, kendine güvenli , kaygısız... Belki kendiyle barışık... Kulüp kurucularından Kate bana sosyal tesisi gösterdi, binada bir kapalı basketbol sahası, mutfak, tuvalet, büyük bir salon vs. var. Arkasından salondakilerle merhabalaştım, masaya oturdum, yanımdaki kadına kendimle ilgili olan her şeyi 2 dakikada anlattım. O da "Merhaba ben Deborah, 18 yıldır bu semtte oturuyorum, uzun zamandır gelmiyordum bu toplantılara bugün geldim." dedi. Neyse ki sonradan arkadaşım
Anthea geldi, yaşlarımız yakın olduğu için onunla kendimi daha iyi hissettim. Neyse millet çay, kahve, kek, börek yapmış getirmiş. Tombala için hediyeler paketleyip koymuşlar. İlk 10 dakika mal mal burada ne işim var diye düşündükten sonra burası Perth, farklı ülke, farklı model insanlar, farklı kültür, her şey her ortam bana bir şeyler öğretir dedim ve olayın keyfini çıkarmaya karar verdim. En çok da çay molasında 80'lik bir teyze aynen canım Vesile nenem gibi giysisini dizinin üstüne kadar kıvırıp arkadaşına "Dizim işte şöyle petek gibi şişmişti, sonra şişi indi" hikayesini aynı nenemin el-kol hareketleri ile anlatınca "Hah işte şimdi oldu!" dedim. Farklılıklara değil ortaklıklara odaklandım. Öyle komikti ki, kadın uzağımdaydı, söylediklerini duymuyordum ama yüz ifadesi, el- kol hareketleri, dizini çemreyişi aynı nenemdi, aynı hikayeyi anlatıyordu:)) Ailemizin doktorları nenemin sorunu artık global bir sorun, bir çözüm bulun şu işe Ahmet,Memo,Haso,Yiğit:)
Her neyse kısacası ohhh, tombalamı oynadım, hediyemi kazandım:), sohbetimi ettim, çocuklardan ve işten güçten ayrı bambaşka hiç yaşamadığım türden bir gün geçirdim, ayrılırken hakikaten bir hoşluk vardı üzerimde. Belki de sırf kendim için (saçma bile olsa) bir şeyler yapmış olmanın verdiği hafiflikti o. Haftaya denge, esneklik, bilmem ne yogası var. Heyecanla bekliyorum...
İpek'i okuldan aldıktan sonra 2 ev yanımda oturan Pakistan'lı müslüman bir doktor arkadaşım var, onu ziyaret ettim. Kadının eşi de doktor ve 3 yaşında bir oğulları var. Erken doğduğu için bağışıklık sistemi çok güçlü değil ve Fatima onu kreşe gönderemiyor, çalışmayıp ona bakıyor, oysa çok hırslı ve çalışıp uzmanlık yapmak istiyor. Bu aralar (kıştan dolayı olsa gerek) o da her annenin zaman zaman yaşadığı dalgalı ruh hallerinde. Beni gördüğüne çok sevindi. Ona toplantıdan bahsettim, haftaya perşembe onu da götüreceğim. Ayrıca pazartesileri de beraber spora yazılacağız. "Arada sırada çık gel sen de bana" dedim. "Evet gelip omuzunda ağlarım, döndüğüne çok sevindim, ailecek de görüşelim, bir akşam iftara bize gelin" filan dedi. Mine'ciğimin anlattıkları geldi aklıma bugün yaşadıklarımdan sonra... Derin mevzu... Herkes her şeye vesiledir... Allah kimin neye ihtiyacı olduğunu bilir ve başkasını bu iş için görevlendirir... O kişi kendindekinden verirken eksiği de karşısındaki tarafından tamamlanır... Bu dengeye, bu döngüye, bu düzene akıl sır ermez...
Neyse, bugünkü misyonumu tamamlamış halde uyumaya gidiyorum arkadaşlar. Yarına Allah kerim.
Daha size Parlemento'da yapacağım sunumun hikayesini anlatacaktım ama bu gecelik yazdıklarım yeter, daha ÇAYIMI İÇECEM:)))
0 Comments