17 Aralik 2014
Geçen gün Sydney’de bir kafede yaşanan rehin alma olayı, sadece o an orada bulunanları değil, bu ülkede yaşayan biz göçmenleri de derinden etkiledi.
Yaklaşık 20 saat süren olayda, bir adam onlarca kişiyi bir kafede rehin aldı.
Polisin operasyonuyla sona eren bu trajik olayda, saldırgan öldürüldü ama ne yazık ki iki rehine hayatını kaybetti.
Sabah radyoda bu haberi duyduğumda tüylerim diken diken oldu.
Çünkü camda bir şehadet bayrağı asılıydı.
Ve daha detaylar ortaya çıkmadan, binlerce insanın kafasında otomatik olarak şu cümle yankılandı:
“İslami terör…”
Olayın ardından olağanüstü güvenlik önlemleri alındı, hava sahası bile geçici olarak kapatıldı.
İnternette, saldırganın üzerinde bomba olduğu, IŞİD bağlantısı bulunduğu gibi haberler dolaştı.
Kısa sürede ülkedeki tüm Müslüman topluluklar — ve bizler — bir anda zan altında kaldık.
Sonrasında ortaya çıktı ki, saldırgan İranlı bir sapık, halihazırda onlarca suçtan yargılanıyor.
O gün mahkemesi var, kafasına estiği gibi gidip bir kafeye giriyor, insanları rehin alıyor.
Ne İslam’la, ne Müslümanlıkla, ne inançla bir ilgisi yok.
Ama medya ve sosyal algı çoktan gerekli etiketleri yapıştırmış oluyor.
Bu olayın detaylarını okumaya içim elvermedi.
Çünkü her okuduğum cümle, buradaki Müslüman topluluğun imajına bir darbe daha indiriyor gibi hissediyorum.
Zaten kırılgan olan bu imaj, bu tür olaylarda paramparça oluyor.
Ve bu yalnızca toplumsal değil, kişisel bir moral çöküntüsü yaratıyor.
Facebook'ta birçok Türk arkadaşım olaydan ne kadar üzüntü duyduklarını, İslamiyet’in isminin kirletilmesinden ne kadar rahatsız olduklarını paylaştılar.
İranlı dostlarımın neler hissettiğini tahmin bile edemiyorum.
Şükür ki Avustralya’da insanların çoğu aldıkları eğitim ve hoşgörü kültürü sayesinde genellemelere başvurmuyor.
Ama yine de bu tarz olaylardan sonra üzerimize yapışan o “görünmeyen etiket” hissiyle yaşamak hiç kolay değil.
Bazen düşünüyorum…
Keşke dinimiz bir 50-60 yıl kadar “uykuya yatsa”.
İnsanlar inançlarını sessizce, içten içe yaşasalar.
Keşke kimse Müslümanlığı kullanarak vahşi, acımasız, cahil ve ilkel bir görüntü yaratmasa.
Dünyanın kafasında oluşmuş o “tehlikeli Müslüman” algısı artık silinse.
Çünkü yurt dışında yaşamanın dezavantajlarından biri de bu işte:
Bir başkasının cehaleti ya da sapkınlığı yüzünden, hiç ilgimiz olmayan olayların yansımasıyla yargılanmak.
Bir anda kendimizi “açıklamak” zorunda kalmak.
Tıpkı bazen, Türkiye Cumhurbaşkanı’nın yaptığı açıklamalardan, verdigi kararlardan utanarak geldiğimiz ülkeyi saklamak zorunda hissettiğimiz gibi.
Ya da yüzümüzdeki ifadeyi kontrol ederek, “Evet, oradan geliyorum ama ben öyle değilim” demek zorunda kaldığımız gibi.
Yaşadığımız yer farklı olsa da, bu tür olaylar bizi içten içe etkiliyor.
Ve biz hâlâ, hem kendimizi anlatmaya çalışıyor,
hem de başkalarının açtığı yaraların yükünü taşımaya devam ediyoruz…
0 Comments