7 Eylul 2013
Burada ABC for kids kanalında Bookaboo diye harika bir program var. Her bolümde bir ünlü gelip bir çocuk kitabı okuyor. Kızlar ne zaman bu program çıksa beni çağırıyorlar ve birlikte izliyoruz. En son okunan kitap William Bee'nin "Whatever" isimli kitabıydı. Dünyadaki en ilginç ve güzel şeylere burun kıvıran ve her şeye "whatever" (Eee, n`olmuş yani?) diyen bir çocuğun hikayesi. Kitaptaki çocuk bana bazı şeyler hatırlattı. Buraya taşınmadan önce internette saatlerce aramalar yapar, Avustralya'da yaşayan , oraya göçmüş kişilerin bloglarını bulmaya çalışırdım. ABD'den Melbourne'e taşınan bir kadının blogunu çok beğenmiştim. http://melbournebound.wordpress.com/ Bu blogda eşi çalışan, kendisi de evde iki küçük erkek çocuğuyla ilgilenen bir annenin çektiği güzel resimler, günlük yaşamından kesitler filan bulunurdu. Anne çoğu zaman hissettiklerini yazar, çocuklarının doğada, plajda çektiği resimlerini paylaşırdı. Her gün siteyi kontrol eder, bu kadını çok şanslı bulurdum. Vay be yaşadığı hayata bak, doğa ne kadar güzel, çocuk yetiştirmek için harika bir ortam filan diye düşünür ona çok özenirdim. Bazense kadın duygusal takılır, yazdıkları çok karamsar gelir, bu kadın daha Allah'tan ne istiyor diye kızardım. Aradan bir-iki yıl geçti, geçtiğimiz günlerde çektiğim resimlere baktım, (önceki) düşüncelerimdeki karamsarlığa baktım, ben akıllanmaz bir manyağım dedim kendi kendime. Bazen çok karamsar, negatif ve can sıkıcı olabiliyorum. Kimsenin değil de en çok kendimin canını sıkıyorum. Ne istediğini bilmez, dünyayı verseler mutlu olmayacak bir tip gibi hissediyorum kendimi. Ya da geçtiğimiz hafta böyle bir modda idim diyebilirim. Sonra hayatın karşıma çıkardığı şeyler yavaş yavaş bir mesajı gözüme gözüme sokmaya çalıştı. Eşek değilim ya ben de biraz ders çıkarttım kendime. Öncelikle mesele şu idi: Ailemi özlüyorum, şimdi onlar burada olsalar hep birlikte zaman geçirirdik, ne güzel eğlenirdik. Ev işlerine yardımcı kimse yok, her şeyi kendim yapmak zorundayım, iş hiç bitmiyor. Acıkınca çok sinirlenip titremeye başlıyorum, acaba bende gizli şeker mi var? Ebru işi mi yapsam öğretmenlik mi yapsam? Haydi artık Kemal full-time bir işe girsin! Bahar geldi, bahçedeki otları ne ara temizleyeceğim? Kilo aldım! Ehliyet sınavından ya bir daha kalırsam? falan filan. Gördüğünüz gibi hiç biri incir çekirdeğini doldurmayacak boş boş meseleler. Ama herkes de bilir ki insan psikolojisi inişli çıkışlıdır; inme zamanı geldi mi her şey bahane olabilir. Öyle işte ben mal mal günlerimi üzülmekle geçirirken Sydney'den şahsen hiç tanışmadığımız ama mailleştiğimiz Bizans Sanatı ile ilgilenen yaşlı bir kadın ressam arkadaşımdan uzun bir mail aldım. O da Orta Doğu'dan. Yazısının bir yerinde bana şöyle diyordu :"Do you know that the air we breathe when we are born in a certain location gets imprinted on our brain and is such a big welness for our body. It is believed that that air is like medicine and another reason that you also feel homesick upon leaving it behind." Aline'in söylediğine göre doğduğumuz zaman bulunduğumuz yerin havası beynimize kazınıyormuş, vücudumuza adeta bir şifa kaynağı oluyor ve havanın ilaç olduğuna inanılıyormuş. Bu yüzden memleketinden ayrılan insanlara "homesick" deniliyormuş. Evi özlüyordum ve bu normal bir şeydi. Bu birinci mesajdı. İkinci mesajı pazartesi sabahı geldi. Ehliyet sınavına 4. girişimdi ve biraz gergindim. Bir hafta öncesinde aynı mekana gidip iki saatlik sürüş dersi almıştım. Sürüş hocası her seferinde, normal sürüş ve sınavdaki sürüş farklıdır, burada ben sana sürmeyi değil, hocaların nelere dikkat ettiğini anlatıyorum, filan demişti. Sabah 8:45'te girdiğim direksiyon sınavının ak saçlı gözetmeni Orlando'dan 23 yıl önce gelmiş Perth'e. Tesadüf tam da hocanın beni çalıştırdığı parkurda beni test etti. Araba sürmeye başladıktan 5-10 dakika sonra biz bu adamla lafa daldık. Çünkü konuşarak araba sürersen sürüş tecrüben olduğunu, rahat ve dikkatli olduğunu filan düşünüyorlar. Panik içinde veya gergin sürersen, her vites değiştirdiğinde vitese bakarsan senin daha çok pratik yapman gerektiğini düşünüp seni sınavdan bırakıyorlar. Bu yüzden biraz gevezelik edip laf açmaya çalıştım, adam pek bana uymadı. Ne zaman ki buraya göç ettiğimizi filan söyleyince adam açıldı. 23 yıl önce geldim, ilk 6 yıl otobüs söförlüğü yaptım, karımla ben ilk 2 yıl hep gitmeyi düşündük, evi çok özledik ama sonradan çocuklarımızın geleceği için burada kalmaya karar verdik. Şimdi sen gidersen herkes bir araya gelir, toplanır sana bir parti verirler, eğlenirsiniz, yer içersiniz ama arkasından ertesi gün herkes kendi yaşamına döner, buraya gelme sebebin her ne idiyse yine aynı o sıkıntıları yaşarsın, sakın duygusal davranıp gitme, çocukların için yapacağın en iyi şeyi yapmışsın, anne-babalık zaten fedakarlıktır, vs vs. diye anlatırken amcam, bir de baktık sınav merkezine geri gelmişim. Çok iyi sürüyorsun, hiç bir sıkıntı yok, geçtin, dedi. Ben de siz çok iyi bir gözetmensiniz, konuşunca sayenizde sınavda olduğumuz hissetmedim, panik olmadan rahat rahat sürdüm filan dedim. Adam da ben 5 ay önce bu merkezde çalışmaya başladım ,geri dönüt verdiğin için teşekkürler, bu fikirlerini bizim patrona da söyler misin dedi? Memnuniyetle, deyip ehliyetimi almak için içeri girdim. Gözetmen hakkında geri dönüt vermek istiyorum, dedim. Hemen bana formlar getirdiler, teşekkürler ettiler, ilgili bir birey olduğum için beni takdir ettiler. Ben de zaten sınavdan geçmişim, heyoo mutluluk içinde gözetmen hakkında güzel şeyler yazdım. Dün vehicle and transportation services den mail geldi, o kişinin patronuna filan bilgi iletilmiş, tekrar teşekkür ediyorlarmış. Uzun lafın kısası, direksiyon sınavı için karşıma çıkan gözetmen sınav boyunca yaptığı konuşmalarla bana ikinci mesajı verdi. Üçüncü mesajı ise gittiğim doktordan aldım. Geldiğimden beri doktora gitmemiştim ve genel bir kan tahlili filan yapsın diye gittim. Doktorumuzun adı Majid, Hintli ve Sikhism mezhebi üyesi, hani şu türban takan ve uzun sakal bırakan Hintliler var ya, onlardan. Zaten aksanımızdan ve ismimizden yabancı olduğumuzu anlıyorlar ve daha biz söylemeden lafa başlıyorlar. O da tahlilleri istedikten sonra başladı konuşmaya. Avustralya'da yaşayan herkes kıtanın sunduğu kaliteli yaşam standardı ve memleket özlemi arasında zaman zaman gidip geliyor. Ülkelerimizi biliyorsun, buraya gelmek ilk başlarda zor ama uzun vadede her şey çok iyi olacak, merak etme, hepimiz aynı yollardan geçtik, benim de doktorluğumu saymadılar ve uğraştim sonunda işler rayına giriyor, burada ihtiyacın olan tek şey zaman, diye anlattı bana uzun uzun. Bu arada tahlillerin hepsi temiz çıktı, turp gibiymişim:) Like a Turnip!!! Son bir haftadır şöyle bir gözümü açıp da etrafıma bakınca görüyorum ki buradaki tek yabancı ben değilim. Saçımı kestirmeye gittiğim kuaför Vietnamlı; çocuklarımızın oynadığı yan komşum Singapurlu, kahve içmeye gittiğimiz diğer komşum Pakistan'lı müslüman; kebapçılar Irak Türkmeni; öğretmenler Yeni Zelanda göçmeni; okulda Afgan mülteciler var; birlikte çalıştığım öğretmen Sri Lanka'lı, Sanat galerisi sahibi arkadaş Kolombiya'lı, daha saymadığım 72 milletten insan var burada. Kafamı kaldırıp onlara bakınca anladım yalnız olmadığımı. Mesajlar böyle ufak ufak geliyordu evrenden bana en son da bu "Whatever" kitabı son noktayı koydu. Buraya gelmeden önce melbournebound blogundan ağzımın suyu akarak izlediğim güzel manzaraların ve hayatın içindeyim ama bir kere elimize geçince bir şey, nasıl olsa çantada keklik bu, deyip gözümüzü daha yükseklere dikiyoruz. Oysa şimdi burun kıvırdığım şeyleri bir zamanlar ne kadar istemiştim. Kitaptaki çocuk gibi "Whatever" diyoruz, "E yani n'olmuş??" Çok salak ve nankörce ama insan olmanın doğası böyle. Gelişme, ilerleme böyle böyle oluyor. Bu duygu olmasaydı insan hep aynı yerde sayıp dururdu. Bir de sarı kantaron, St John's Worth tableti almaya başladım. Anti depresan filan değil, tamamen doğal, ne bağımlılık yapıyor ne bir şey, sadece aklı meşgul eden düşünceleri biraz rahatlatıyor. İnşallah meditasyon yoga vs başlayıp ruhsal açıdan dengeli olmayı başarabilirim. Yazı çok uzadı, bir yere bağlayacaktım ama unuttum ben de nereye bağlayacaktım çünkü dün gece yazıyı yazmaya başlayınca uykum gelmişti ara vermiştim aradan 18 saat geçti, hatırlamıyorum aklımda ne ile başladım. Sarı kantarondan olmalı, hehe:) Kısacası, mutlu olun, bugünün kıymetini bilin, kadere inanın, kadere inanan keder görmez, akıllı olun! Saçmaladım! Haydi ben gidiyom...
0 Comments