Monday, April 21, 2025 | By: Do Ebru Marbling
20 Kasım 2014
Yeni bir okula başladım.
Perth’ün gözde özel okullarından biri.
Çalışanların yaklaşık %30’u yabancı uyruklu, veliler de öyle.
Çok kültürlü, dinamik ama aynı zamanda beklentilerin yüksek olduğu bir ortamdayım.
Her akşam eve geldiğimde ders çalışıyorum.
Hazırlanacak materyaller, okunacak dokümanlar, öğrenilecek yeni sistemler…
Yapılacak o kadar çok şey var ki.
Ama işte en can yakan tarafı şu:
Okulda sabırlı, anlayışlı, eğitici bir öğretmen olmaya çalışırken,
eve gelince kendi kızlarıma:
“Bi' dakika canım, şimdi işim var, sonra bakarım!”
“Haydi dişlerinizi fırçalayın, hemen yatın bakalım!”
demek kalbimi acıtıyor.
İçimde taşıdığım çelişki, sanırım beni hiç bırakmayacak.
Kendi hayatını toparlamaya çalışırken,
sorumlu olduğun küçük kalplerin ihtiyaçlarını ertelemek…
Yapabildiklerin ve yapamadıkların hep terazinin iki ucunda salınıyor.
Ve çoğu zaman o terazi içimi sızlatarak bir tarafa ağır basıyor.
Böyle salakça ama nedense akılda kalan bir söz vardır ya,
"Seni korkutan şeyi yap!"
İşte ben de, tam olarak öyle yapa yapa ilerliyorum hayatta.
Cesaret dediğimiz şey, bazen sadece çırpınarak devam etmek galiba.
Bazen düşünüyorum, belki de yaptıklarımın iyi mi, kötü mü olduğunu ancak ölüm döşeğinde anlayacağım.
Dil öğretiminde bir yöntem vardır:
Task-Based Learning.
Öğrencilere bir görev verilir,
ve o görevi yerine getirmeleri istenir.
Öğrenciler bu süreçte bocalar…
Ama tam da bu yüzden, kendi başlarına keşfederek,
daha kalıcı öğrenirler.
Sanırım hayatımı da böyle şekillendiriyorum.
Önüme çıkan görevleri “tam bilmeden”, “hazır olmadan” kabul ediyorum.
Sonra atlıyorum denize:
Çırpına çırpına, bata çıka karaya ulaşmaya çalışıyorum.
Umarım boğulmam.
0 Comments